1 Temmuz 2009 Çarşamba

Dünya-Ahiret- M. Said Hatiboğlu

_Geçen asırlarda Batı dünyasında kilise sultasının kırılabilmesini, onları dünyevi işlere karıştırmamakta gören batılı aydınlar, uzun bir mücadele sonunda laik düşünceyi hakim kılarak kilise erkanını adeta ma’bed işleriyle kısıtlı bir çerçeveye habsetmişlerdi. İslam dünyasını son asırlarda ilmen ve maddeten sindirmiş olan Batı’nın bu üstünlüğünü laikliğin faziletine hamleden bazı müslüman aydınlarımız, aynı metodun İslam’a da uygulanmasını, islam dünyasının varzgeçilmez bir kurtuluş yolu olarak görmüşlerdir.

_Hıristiyanlık için geçerli olan bu düşüncenin İslam için kabl-i tatbik olup olamıyacağını veya mümkünse nasıl olacağını ortaya koyacak ilmi birikime sahib olunmadığı içindir ki, özellikle Türkiye’de resmi mahfiller, çözümü, Batı’yı aynen taklid etmekte buldular.

_Günümüz müslüman aydınlarının, kendi kültürel kaynaklarını inceler hale gelmeleriyle birlikte, bu mecburen bulunmuş çözümün sorgulanmasına gidilmesi kaçınılmazdı. Son yıllarda adedi çoğalan islami yayınların muhteva açısından da yoğunluk kazanması şartiyle, bu sorgulamanın doğru yolu bulduracağı şübhesizdir. Bu noktada öncelikle İslam’ın temel kavramları üzerinde bir fikir birliği sağlanması lüzumu kaçınılmaz görünmektedir.

_İşte bu düşünceden hareketle, bu yazımızda, batı dünyasında olduğu gibi bizde de, İslam’ı dünyadan ayırmak, onu sadece Allah’la olan ilişkiye hasretmek üzerinde Kur’an çerçeveli bir sohbette bulunmayı arzuladık.

_Kur’an’ı Kerim’i dikkatlice okuyanlar görüyorlar ki, Allah insanlara iki hayat vermiş: birincisi el-hayatu’d-dunya denilen ‘en yakın hayat’dır. İnsanoğlunun ilk yaşadığı hayat. Bilindiği üzere, Arabca hayat kelimesi, dişil (müennes, feminin) olduğu için, sıfatı da ‘en yakın, en aşağı’ anlamında olan edna kelimesinin dişili dunya şeklini almıştır. El-hayatu’d-dunya’dan maksad, insanoğlunun ölümden önce yaşadığı hayatdır; iki hayatın ilkidir. İkincisi de, el-hayatu’l-ahira ‘daha sonraki, en son hayat’dır; ölümden sonraki hayat.

_Kuran’ı Kerim’de pek çok yerde bu iki mühim ta’bir, kısaltılarak da kullanılmış, ‘hayat’ ismi kaldırılarak, dünya ve ahiret sıfatları isim haline getirilmişdir. ‘dünya’ dendiğinde birinci hayat, ‘ahiret’ denince de ikinci hayat anlaşılmak gerekir.

_Pek çok Mekke putperestinin ve benzerlerinin karşı çıktıkları Kur’ani temellerden birisi, ikinci hayatdır. Bu adamlara göre, görüp görülecek olan, ‘dünyevi hayat’dır; başka bir hayat yokdur.[1]

_Kur’an’a göre bu iki kayattan birincisi muvakkat, ikincisi ebedidir.. ebedi ahiret hayatı, muvakkat olan dünya hayatında şekillenip kazanılacakdır. Dünyada yaşarken elde edilmemiş bir değeri ahiretde kazanmak mümkin değildir. Kur’an-ı Kerim bu noktaya son derece ağırlık vermektedir:



_İslam’ın dünya hayatına verdiği mevkiin delili olarak yeterli olan bu ayetlerde ve benzerlerinde, Cenab-ı Hak, insanların bu dünya devresinde kendisine kul olmaya yaraşır bir hayat sürmelerini; hayırlı, doğru, faydalı, güzel… işler vücuda getirmelerini istemektedir. Bu işlerin vasfı konusunda Kur’an’da hiçbir tasnife gidilmiş olmadığı gibi, hayırlı işler şunlardır, şerli işler şunlardır, şeklinde hiç bir liste de verilmiş değildir. Dolayısiyle, misalleri Kur’an-ı Kerim’de verilmiş olanların dışında kalan her türlü müsbet işin yerine getirilmesini, her türlü çirkinlikten uzak bulunulmasını, İslami-Kur’ani bir değer saymak, kaçınılmazdır.

_Pek çok müslüman, beş vakit namazını, rabbena atina fi'd-dunya haseneten ve fi’l-ahirati haseneten “ey rabbimiz! bize dünyada güzellik, ahiretde güzellik ver”[8] duasiyle bitirir.

_‘Güzelliğin’ sayıya gelmezliğini takdir eden bir kimse, bu Kur’ani değerin kıyamete kadar geçerli olduğunu söylemekte haksızmıdır?

_Kadın erkek herkesden istenen ‘salih amel’in dünya durdukça çeşitlendiğini, çoğaldığını bilenler, salih amel işlendiği müddetçe Kur’an’ın gündemde olduğunu söyleyemezmi?

_Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde[9] insanların yaratılış sebebi konusunda ahsen-i amel sahibini, ‘en güzel iş’ yapan insanı vücuda getirme hedefine işarette bulunulur; hayırlı işlerde yarışılması emredilir. Fakat ‘en güzel amel’i kısıtlayıcı hiçbir beyana yer verilmiş değildir. Dolayısiyle, Kur’an’ın bu emrini, vahiy devrinde hiç bilinmeyen şekilleriyle bugün yerine getirenler, Kur’an’ın tatbikçileri sayılırsa hatamı edilmiş olur?

_Yine Kur’an-ı Kerim’de mesela iman edenlere verilen emirlerden birisi, Allah’ın verdiği rızıkların ‘tayyib’ olanlarının yenmesidir.[10] Şimdi ‘tayyib’ yiyeceği, hz. Peygamber devrinin yiyeceklerine hasretmenin mantığı olabilirmi? Dolayısiyle, risalet devrinde hiç bilinmeyen helal rızıklardan faydalanan günümüz insanı Kur’an emrini uyguluyor değilmidir?

_Mesela yine Kur’an-ı Kerim’de bütün mü’minlere hitaben ‘doğru söz’ söylemeleri emredilmektedir.[11] Doğru söze bugün camiden ziyade dışarıda ihtiyac vardır. Fakat istikamet üzere olmayı siyasetlerine uygun görmeyen devletlülerin bu nevi ayetlerle barışık olmaları tabiatiyle beklenemez.

_Yine Kur’an-ı Kerim, bütün insanlara hitaben: “Kendinizin, ana-babanızın, yakınlarınızın aleyhine bile olsa, ister zengin, ister fakir, herkes hakkında adaletle hüküm verin; doğru şehadetde bulunun…” diyor.[12] Bu ayet, herhalde, sadece cami cemaati için nazil olmuş değildir.

_Farz-ı muhal bir devlet düşünün ki, milletin vekilleri sıfatını taşıyanlar, önce halkının maaşını yükseltmeyi vazife bilecekken, bunu bırakıp kendi gayr-ı adil maaşlarını yoluna sokmayı düşünsünler ve bu hareketlerine en yüksek mevkiden alkış alsınlar! Elbette bunlar için bu nevi ayetler ayak bağı olacak ve laiklik gereği, tez elden camiye habsedilmeleri gerekecekdir.

_Burada kısaca söylemek istediğim husus, Kur’an ve Sünnet’de ismen zikredilmemiş olsa bile, müsbet vasıf taşıyan her fiilin Kurani, İslami olduğu; menfi değerde olanların da Kur’an dışı , İslam dışı sayılacağıdır. Bu bakımdan, dünya hayatında İslam dairesi dışında kalabilecek hiçbir hadisenin olmadığını söylemekde hiçbir yanlışlık yokdur. Bütün mesele hayırlı olanla olmayanı, güzel ile çirkini, doğru ile eğriyi… ayırdedip uygulayacak bir müslüman toplumun vücuda getirilmesinde yatmaktadır ki, bundaki başarı nisbeti, o toplumun müslümanlık seviyesinin göstergesi olacakdır.

_Bu seviyenin tutturulabilmesinde, toplum ferdlerinin birbirlerine karşı denetim ve uyarı vazifelerini, kudretleri ve ehliyetleri nisbetinde yerine getirmeleri gerektiği unutulmamalıdır.[13] Bugün, hayırlı bir toplumun inşaında en büyük katkı sahibi olarak gördüğümüz kurumların başında, basın ve televizyonun geldiğini düşünüyoruz. Bu iş sahasının İslam dışında mütalaa edilmesine imkan varmıdır? yokdur; zira Kur’an ve Sünnet, işbu meslekleri ismen zikretmemiş olsa da, onların vazifelerini fazlasiyle dile getirmiş bulunmaktadır. Bu vazifelerin yerine getirilmesinin, uyuşuk bir müslüman toplumun dirilmesinde büyük katkısı olacağına inanıyoruz.

_Bugün bazı çevrelerde müslümanlığı cami müdavimliğinden ibaret sayan bir yavanlık gözleniyor. Ma’rufu emreden, münkerden nehyeden bir toplumu hedef gösteren Kur’ani düşünceye taban tabana zıd olan bu görüş sahiblerinin herhalde korktukları bir şey olmalıdır.

_Müslümanlığı ibadetden ibaret görme zihniyeti, İslam siyasi tarihine sultanlığın yerleştirildiği ilk asırlara kadar inen bir maziye sahibdir ve bu ağır cürmü temizleyebilmek de bizler için o kadar kolay bir iş değildir. Gerçek müslümanlık ancak Kuran ve Sünnet’in ruhunu anlamış nesillerin nasibi olacak ve bütün insanlık 61. Saf,9; 48. Feth, 28 ve 9. Tevbe, 33 ayetlerinin müjdelediği hedefe ancak o zaman ulaşabilecekdir; bizler göremiyecek olsak da…

_Herhalde Allah, dinini dünyaya göndermişdir, ahirete değil…

_M.Said Hatiboğlu'nun İslamiyat Dergisi'nde(cilt 3, sayı 1, ocak-mart 2000) yayınlanmış "Dünya-Ahiret" başlıklı makalesidir.

_[1]34. Sebe, 43; 37. Saffat, 16; 44. Duhan, 35; 6. En’am, 29.

_[2]73. Müzzemmil, 20; 2. Bakara, 110.

_[3]53. Necm, 39.

_[4]101. Kari’a, 6-9.

_[5]36. Yasin, 54.

_[6]17. İsra, 72.

_[7]40. Mü’minun, 40; 16. Nahl, 97.

_[8]2. Bakara, 201.

_[9]mesela 68. Mülk, 2; 18. Kehf, 7; 11. Hud, 7; 6. En’am, 165; 5. Ma’ide, 48.

_[10]2. Bakara, 172.

_[11]33. Ahzab, 70.

_[12]4. Nisa, 135.

_[13]3. Al-i imran, 104, 110.

1 Nisan 2009 Çarşamba

İlmihâl Dindarlığının İmkânı Üzerine- M. Hayri KIRBAŞOĞLU

_Klasik fıkıh literatürünün bir bölümünü oluşturan taharet, namaz, oruç ve hac gibi konuların, başına akaid konularının da eklenmesiyle, bağımsız eserler hâlinde ortaya çıkışının tarihi bizde 15. yüzyıla kadar geri götürülmektedir.(1) Halk arasında 'Namaz Hocası' veya 'İlmihal' olarak bilinen bu tür eserler, sözlü kültür yanında, halkımızın temel dini bilgilerinin başlıca kaynağını teşkil etmektedir. Bu bakımdan ülkemiz insanının din konusundaki bilgilerinin büyük ölçüde namaz hocaları veya ilmihaller tarafından şekillendirildiğini söylemek mümkündür. Bu kadar etkili olmalarına rağmen, bu tür eserlerin bilimsel değeri üzerinde yeterince durulduğu söylenemez. Bunların sunduğu bilgilerin ne derece sağlıklı ve yeterli olduğu meselesi bir yana, bu bilgilerin ne tür bir dindarlığa yol açtığı üzerinde ise, neredeyse hiç durulmamıştır. Halbuki milyonlarca insanın dine dair bilgilenme sürecinde muhtemelen okuyup okuyacağı yegane kaynak konumundaki bu tür eserlerin, devamlı surette gözden geçirilmesi ve toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde gerekli değişikliklerin yapılması, ihmale gelmeyecek kadar önemi haiz bir meseledir. Konunun böylesine kapsamlı bir biçimde ele alınmasının çok yönlü bir incelemeyi gerektireceği aşikardır. Dolayısıyla, bu sınırlı incelemede cevabı aranması gereken en önemli soru, kanaatimizce, ilmihallerin bir dindarlık tasavvuruna sahip olup olmadığı, sahip ise, bunun ne tür bir dindarlık tasavvuru olduğudur. Aşağıda işte bu sorunun cevabı aranacaktır.(2)

_İlmihallerin konumuz açısından dikkat çeken ortak özelliklerine işaret ederek incelememize başlayabiliriz. Bu özelliklerin başında "İslam'ın şartı beştir" anlayışının belirleyiciliği gelmektedir. Zira ilmihallerin neredeyse tamamı, "İslam'ın şartı beştir" anlayışını merkeze almış durumdadır. Bu i1mihaller, iman, namaz, oruç, hac ve zekattan oluşan İslam'ın beş şartı (?) dışında bazı konulara da yer vermiş olsalar da, bunların, ilmihallerin temel ilgi alanını oluşturduklarını söylemek mümkün değildir. Bu durum karşısında, İslam'ın kuşattığı alanlarla mukayese edildiğinde "İslamın şartı beştir" anlayışının, İslam'ı son derece dar bir alana hapsettiği açıkça görülmektedir. Bu ise, ilmihallerin dindarlığı dar bir alana sıkıştırarak 'daraltılmış' bir dindarlık önerdiği şeklinde yorumlanabilecek bir durumdur.

Daraltılmış Dindarlık

_Tekrar hatırlatalım ki, Müslümanın bilmesi, inanması ve yapması-yapmaması gereken hususları, yani İslam'ı bu beş hususa hasretmek, son derece yanlış ve yanlış olduğu kadar, vahim sonuçlar doğurabilecek bir anlayıştır. Zira İslam, kesinlikle bu beş husustan ibaret değildir.(3) Yusuf Ziya Yörükan'ın da dediği gibi, İslam binasının ilkeleri yalnız bunlar değildir.

_Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın birçok buyrukları vardır. ( ... ) Bu hadiste gösterilen dört ibadet [namaz, oruç, zekat, hac] emrinden yalnız namaz emri ilk emirlerdendir. Oruç emri Medine'de gelmiştir. Milleti savunma [cihad] emri dahi zekat ve hac emirlerinden önce gelmiştir. Batıl adetleri terk etmek, hurafelerle mücadele etmek, taassubu kaldırmak emirleri de Mekke'de ilk zamanlarda gelen emirlerdendir. Şüphe yok ki bunların Kur'an'da ötekilerden önce gelmesinin bir sebebi ve manası vardır. Kaldı ki Müslümanlık bir bütündür, yalnız ibadetlere dair olanları alıp, diğerlerini bırakmak olmaz [vurgu bize ait, M.H.K.]. Şu halde, Peygamber'in bu dördünü diğerlerinden ayırması, ibadetlerin imanı kuvvetlendirmekte ve ahlakı yükseltmekteki tesirini göstermek maksadını güder. Nitekim ötekilerini de diğer hadislerde aynı suretle bildirmiş bulunuyor. Peygamber diyor ki: 'İslam, insanların senin dilinden ve elinden emin olmalarıdır.' Diğer bir hadiste de, 'İslam kendiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için de arzu etmenizdir.' deniliyor.(4)

_Kaldı ki, İslam'ın, kendisine gönül veren müminlerine yönelik taleplerinin, sadece İslam'ın şartının beş olduğu anlayışında ifadesini bulan hususlardan ibaret olduğunu ileri sürmenin, tabir caizse, İslam'ı adeta kuşa çevirmek anlamına gelebileceği de sağduyu sahiplerinin dikkatlerinden kaçmayacaktır.

_İlmihallerin öngördüğü din(darlık) anlayışının dinin alanını nasıl daralttığını daha net görebilmek için, İslami öğretiler manzumesinin bir şema halinde gösterilmesi oldukça aydınlatıcı olacaktır.

1: Metafizik ilkeler alanı (Allah, ahiret, nübüvvet, evrenin, hayatın, insanın anlamı)

2: Ahlâki ilkeler alanı (adalet, eşitlik, kardeşlik, yardımlaşma, iyiliği emretmek, kötülükle mücadele etmek)

3: Ritüeller alanı (namaz, oruç, hac, kurban)

4: Normatif düzenlemeler alanı (cemiyet, hukuk, siyaset ve ekonomi alanı)

_Şemada konuların sıralanışı, aynı zamanda önem sırasını da göstermektedir. Buna göre, ilmihallerin III. sırada yer alan konuları ön plana çıkaran, II. ve IV. sıradaki konuları ikinci planda gören bir yaklaşım içerisinde oldukları rahatlıkla söylenebilir. Bu hususu, ilmihallerin ele aldıkları konulara ne kadar yer ayırdıklarına baktığımızda da kolayca görmek mümkündür. Burada bir örnek olarak Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslam İlmihali'ndeki konuların yoğunluk oranlarına bakmak yeterli olacaktır. Bu ilmihalde belli başlı konulara ayrılan sayfa sayısını şöyle gösterebiliriz (Timaş Yayınları, İstanbul 1995):

Namaz 250
Oruç 50
Zekat 50
Hacc 35
Kurban 15
Kerahet-İstihsan 30
Ahlak 30
Siyer 60
Toplam 520

_Doğrudan İslami öğretiyle ilgili görünmeyen siyer kısmı dışta bırakılacak olursa, toplam 460 sayfanın 400 sayfasının namaz, oruç, zekat, hac ve kurbana ayrıldığı halde, ahlaka ve davranışlarla ilgili kurallara sadece 60 sayfa ayrılmış olması, tespitimizin doğruluğunu gözler önüne sermektedir. Bu tespitin, hemen bütün ilmihaller için geçerli bir tespit olduğunu burada hatırlatmakta yarar vardır. Ortadaki bu durum, söz konusu daraltılmış din anlayışının, aynı zamanda, İslami öğretinin önemli yönlerinin cılız kaldığı, "zayıflatılmış bir din anlayışı" şeklinde de nitelendirilebileceğini göstermektedir.

Daraltılmış Kulluk

_Allah'a teslim olmak anlamına da gelen İslam'ın, Allah'ın isteklerine boyun eğip, O'na itaat etmek şeklinde özetlenmesi mümkündür. Kur'an-ı Kerim, insan ile Allah arasındaki bu ilişkiyi, ilk muhataplarının anlayacağı bir dille 'ubudiyye-'ibade(t) (kulluk) benzetmesiyle ifade etmiş olup, Allah'ın Müslümanlara yönelik talepleri ise, bireysel, toplumsal ve evrensel boyutları olan taleplerdir. Böyle olunca da, ‘ibadet’in, her konuda Allah'a itaat etmek anlamına geleceği de açıktır.(5) Mantıken de, Allah'a kulluk etmek ve O'nun isteklerini yerine getirmek anlamına gelen 'ibadet'in, İslami öğretinin bütün alanlarını kapsaması gerektiğini anlamak zor olmasa gerektir. Ama buna mukabil, bütün ilmihallerin, İslam düşüncesinin hemen her alanında da görüldüğü üzere, ibadet kavramını da bir tür anlam daralmasına maruz bıraktıklarını görmekteyiz. Zira ilmihaller, neredeyse ittifakla, ibadeti; namaz, oruç, zekat, hac, kurban, Kur'an okuma vb. birtakım ritüellerle sınırlandırmış durumdadır. Halbuki bunlar, zekat hariç yukarıdaki şemada III no'lu alanda yer alan hususlardan ibarettir ki, sadece bunların ifasına 'ibadet' adını verip de, diğer üç alanı dışarıda bırakmak, hem kelimenin Arap dilindeki anlamına, hem de Kur'an'ın bu kavramı kullanışındaki kapsayıcılığa aykırı bir tasarruftur. Bu yanlış anlayış yüzündendir ki, aslında fenomenolojik olarak insanın iman ve salih amele yönelmesini sağlamak amacıyla vazedilmiş olan bu ritüeller, ibadet kapsamında değerlendirildiği halde, asıl amaç olan, her türüyle ‘salih amel’i ibadet kapsamı dışında mütalaa etmenin izahı mümkün değildir. İslam geleneğinde egemen olan bu yanlış ve eksik ibadet anlayışının, İslami öğretinin sınırlı bir alanını ibadet olarak telakki edip, geniş ve son derece önemli pek çok alanı ibadet kapsamı dışında bırakmakla sonuçlanacağı açık; bunun Allah'ın istediği ibadet (kulluk) olamayacağı ise ortadadır. Sanırız bugün ülkemizde de İslam dünyasının diğer bölgelerinde de, Müslümanların içinde bulundukları durumun bir bütün olarak İslami öğretiyi içeren ‘ibadet’ kavramının bazı ritüellere indirgenmesiyle ilgili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Böylesi daraltılmış bir kulluk/ibadet anlayışına dayalı bir dindarlığın, İslam'ın hedeflediği bir dindarlık olamayacağını söylemeye bile gerek yoktur.

Derinliksiz Dindarlık

_Dinin, özünde Allah ile insan arasında gerçekleşen derinlikli bir iç tecrübe olarak nitelendirilmesi de mümkündür. Ne var ki, ilmihallerin böylesi derin bir dindarlık vurgusuna sahip olmadıkları da gözden kaçmamaktadır. Aslında, zaten alanı daraltılmış bir ibadet/kulluk anlayışının, derinlik (deruni) boyutunun da ihmal edilmesiyle, artık bir 'dindarlık'tan bahsedilip bahsedilemeyeceği bile tartışmalı bir hal almaktadır. Hele Kur'an'ın, kulluk bilincinin tezahürleri olan namaz, oruç, zekat, hac vb.den ziyade, bizatihi bu bilince ve onun' derinleştirilmesine yönelik sık ve ısrarlı vurgularıyla mukayese edildiğinde, ilmihallerin 'öz'ün önemini yeterince kavrayamadıkları sonucuna varmak kaçınılmaz olmaktadır.(6) Bu açıdan, ilmihallerin arz ettiği eksiklikleri daha yakından görebilmek için, en azından namaz, abdest, oruç, hac vb. ritüellerin klasik tasavvuf literatüründeki ve bazı çağdaş eserlerdeki ele alınış biçimlerine bakmak ve ilmihallerle bir mukayese yapmak yeterli olacaktır.(7)

Şekilci-Mekanik Dindarlık

_Dinin bu 'derin bilinç' boyutunun ihmalinin, şekilci ve mekanik bir dindarlıkla sonuçlanması kaçınılmazdır. Aslında bu açıdan bakıldığında, önceki dinlerin başına gelenler İslami öğretinin de başına gelmiş ve tasavvuf ehlinin, fukaha/ulemaya yönelik 'zahir ehli' eleştirisini haklı çıkarırcasına, formalite ve şekilcilik, oldukça erken dönemlerde zuhur edip yayılmış ve varlığını bugüne kadar etkili bir biçimde sürdürmeye devam etmiştir. İlmihaller de işte bu olumsuz gelişmenin pek çok ürünlerinden birisi olarak önümüzde durmaktadır. Zira mevcut ilmihallerin hemen hepsi, aslında ortaçağda yazılmış fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerinin çevirisine dayalı derlemeler olduğundan, aynı zamanda ortaçağ düşünce ve yaklaşımlarını da temsil ettiklerini söylemek yanlış olmasa gerektir.

_Burada ilmihallerin sergilediği şekilcilik örneklerini tek tek saymak mümkün değildir; zira bu takdirde neredeyse ilmihallerin büyük bir kısmını aktarmak gerekecektir.(8) Bunu yapmak yerine, ilmihallerde namaz, abdest, sular, oruç, hac, zekat, hac vb. konular şekle ilişkin detayların, çok büyük bir kısmına, ne Kuran'da ne de zayıf ve uydurmaları dahil hadis rivayetlerinde rastlandığını dikkatlere sunmak yeterli olacaktır. Bunun anlamı ise, ilmihallerin verdikleri bu muazzam detayların büyük bir kısmının Hz. Peygamber ve ashabınca bilinen şeyler olmadığıdır. Bu noktada sorulması gereken soru ise şudur: Bu kılı kırk yaran detayları bilmeden de, Hz. Peygamber ve ashabı birtakım kulluk görevlerini rahatlıkla yerine getirebildiklerine göre, bugün Müslümanları bunlarla mükellef tutmanın gereği ve yararı nedir? Bizce bu sorunun cevabı da, üzerinde uzun uzun durmayı gerektiren çok önemli bir meseleyle karşı karşıya bulunduğumuzu gözler önüne serecektir.

Anakronik Dindarlık

_İlmihallerin, kullanılan dil, kavramsal çerçeve ve verilen örnekler açısından, keza zihniyet ve bakış açıları bakımından bugüne ait olmadıkları hemen ilk bakışta göze çarpmaktadır. Mesela bugün için hiçbir anlamı olmayan ‘köleler’le ilgili pek çok hükme ilmihallerde yer verilmesi, buna iyi bir örnek teşkil etmektedir.(9) Keza savaşlarla alınmış bir beldede hatibin sol elinde tutacağı bir kılıca dayanarak hutbe okuması gerektiği (Bilmen, s. 158) seferilikten söz ederken, yelkenli gemilerle seyahatten, kafile halinde develerle yolculuktan dem vurulması (s. 166), ancak ana dili Arapça olanlar için anlamlı olan 'zelletu'l-kari' konuları (s. 206, vd. 209, vd.), mescit lambalarında kirli yağ kullanmaktan (s. 233) yeni fethedilen bir yerdeki gayr-i müslim kabirlerini açmaktan (s. 255), kadının evinde oturup dışarı çıkmamakla yükümlü olduğundan (s. 268) rü'yet-i hilal konusunda iki kadının şahitliğinin ancak bir erkeğinkine denk olduğundan (s. 269), fakire kefaret olarak "boylu bir entari, kısa bir gömlek veya yalnız bir don" verilebileceğinden (s. 292), devletin amil, aşir, sai denilen zekat toplama memurlarının bulunduğundan (?) (s. 319), zekat ve sadaka-i fıtır vb. konuları ilgilendiren ölçülerle ilgili olarak, ortaçağa ait uzunluk, ağırlık, hacim ölçülerinden -mesela, arşın, fersah, mil, dirhem, sa', vesk, rıtl, ok atımı mesafesi, yaya yürüyüşü- bahsedilmesi, burada örnek verilebilir. Benzer şekilde, fitre sadakasında, buğday, arpa, hurma ve kuru üzümün değişmez ölçüler olduğu (10) iddiasına da bu çerçevede yer verilebilir. Yine bugünkü Irak topraklarının 'haraç arazisi' olduğundan dem vurulması (s. 334), Hz. Peygamber soyundan gelenlere 'hazinedeki' (?) 'ganimet' (?) paylarından verileceği (s. 341), hacı adayının beraberinde Mekke'ye kurbanlık götürmesi (s. 368, 369), en faziletli kazanç yolunun önce cihad, sonra sırayla, ticaret, ziraat ve sanat şeklinde belirlenmesi (s. 417, 418), ihtikardan [karaborsacılık] söz edilebilmesi için malların asgari kırk gün depolanması gerektiği (s. 420), borçlanma konusuna örnek olarak buğday, arpa, yumurta ve ceviz borçlanılmasından dem vurulması (s. 422), ameliyat amacıyla hastaya, onun aklını giderecek (?) temiz bir ilaç içirilmesinde [narkoz] bir 'sakınca görülmemesi' (?) (s. 426), erkeklerin etekli elbise giymesi ve elbiselerinin eteklerinin, bacaklarının yarısına kadar uzatılabileceği (s. 428), pek yüksek binalar yaptırmanın 'mekruh' olduğu (s. 429), oyun ve eğlence denilen birtakım zararlı ve 'faydasız' eğlencelerin caiz olmadığı, yararlı eğlencelerin ise kişinin ailesiyle eğlenmesi, atını eğitmesi ve ok yarışı olduğu ve at terbiye edip, silah eğitimi görmenin fazileti (s. 433), tavla, satranç gibi oyunların harama yakın mekruh olduğu, zira bunların zaman kaybına sebep ve kumara itici olduğu (s. 433-434), ameliyatların bazı zaruretlere binaen 'caiz' olduğu (?) (s. 435), on üç yaşına giren çocukları namaz kılmazlarsa dövmek, on altı yaşına giren çocukları da evlendirmek gerektiği (s. 444), kadının kocasının dine uygun 'emirlerini' tutması gerektiği (s. 444) gibi hususlar da burada zikredilebilir.

_Bu ve benzeri örnekler, ilmihallerin bize bir gelecek perspektifi sunmak şöyle dursun, bugünün ihtiyaçlarına bile cevap vermekten uzak olduğunu, hatta daha da vahimi, adeta bizi asırlar öncesine sürüklediğini açıkça gözler önüne sermektedir. Okuyucusunun zihnini ve bakışlarını geçmişe, asırlar öncesine çeviren ilmihallerin sunacağı dindarlık anlayışının bugüne ait bir dindarlık olamayacağı aşikardır.

_Çağın gerçeklikleriyle ilgisi olmayan bu gibi hususlara ilmihallerde bol bol yer verilmiş olması, tekrar ifade edelim ki, bu ilmihallerin aslında ortaçağ toplumsal şart ve ihtiyaçlarına göre yazılmış olan Arapça fıkıh kitaplarının, bugünün şartlarına uyarlanmaksızın, aynen Türkçe’ye tercüme edilmesinden kaynaklanmaktadır. Yoksa aklı başında hiçbir kimsenin, yukarıdaki örnekleri, ciddiye alarak ve hiçbir rahatsızlık duymadan 21. yüzyıl insanına sunması mümkün değildir. Bu bakımdan çağdaş insana, çağdaş bir dille ve çağdaş duruma ait örneklerle Müslümanları geçmişten bu çağa getirecek, hatta gelecekteki muhtemel gelişmeler konusunda da onları techiz edecek ilmihallere ihtiyaç olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.

Eksik ve Yanlış Bilgi, Eksik ve Yanlış Bir Dindarlık Doğurur

_Eksik ve yanlış bilgiler üzerine sağlıklı bir dindarlık bina etmek mümkün değildir. Ne yazık ki, mevcut ilmihallerin yapmaya çalıştığı şey, bundan pek de farklı değildir. Bunu da fazla garipsememek gerekir, zira biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, bu ilmihaller çağdaş durumların esas alındığı ve bilimsel araştırmalardan beslenen eserler olmayıp, ortaçağa ait fıkıh kitaplarının aynen tercümesinden, yani bir başka ifadeyle, geçmişte üretilmiş olan yorum ve bilgilerin, hiçbir tenkit süzgecinden geçirilmeksizin bugünün insanına sunulmasından başka bir şey değildir. Nitekim yine Bilmen'in ilmihalinden seçtiğimiz aşağıdaki örnekler, durumu yeterince açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak, detaylara geçmeden önce, bu ilmihalde zikredilen hadis rivayetlerin hiçbirinin, ne kaynağının, ne de isnadının bulunduğuna, birçoğunun araştırıldığında hiçbir hadis kaynağında yerinin tespit edilemediğine dikkat çekmek yerinde olacaktır.(11) Keza müellifin Miraç konusundaki rivayetlerin arzettiği muazzam problemler yumağından(12) habersiz olduğunu gösteren ifadelere de rastlanmaktadır (s. 103). Yine mesela, on yaşına geldiğinde namaz kılmayan veya Ramazanda oruç tutmayan çocuğa, üç tokattan ziyade olmamak üzere, velisi tarafından hafifçe elle vurulması veya dövülmesi gerektiğine dair iddianın (s. 104, 282, 444) dayanağı olan hadis rivayetlerinin sıhhati araştırılmamış ve tabiatıyla problemli bir rivayet olduğu(13) gözden kaçmıştır.

_Gelelim detaylı örneklere: Kadınların imama uymasının sahih olabilmesi için, imamın kadınlara imamlık yapmaya niyet etmesinin zorunlu olduğu ifade edilmiştir ki (s. 118), bunun şer'i bir delili mevcut değildir. Namazların sünnetlerinin -doğrusu nafılelerin- hak görülmemesinin, boş ve hikmetten uzak sayılarak küçümsenmesinin 'küfür' olduğu iddiası da (s. 129) ağır bir hüküm olup, bu konuda yeterli inceleme yapılmadan, eski kitaplara uyularak olduğu gibi aktarılmıştır. Kadınların cemaatle kılınan namazlara katılmalarının "kerahatten sayıldığı" iddiası (s. 147) birtakım rivayetlerle desteklenmeye çalışılırken, asr-ı saadetteki uygulamaların bu iddiayı nakzettiği ise, nasılsa dikkatlerden kaçmıştır. Buna bağlı olarak, sabah namazının iki rekat farzı için kametin sadece erkeklere mahsus olmak üzere getirileceği iddiasının da (s. 148) neye dayandığı meçhuldür. Namazların cemaatle kılınışına dair verilen bilgilerin bir kısmının doğruluğu şüpheli, bir kısmı ise, o konudaki farklı uygulamalar içerisinden sadece belli tercihleri yansıttığı halde -mesela cemaatle kılınan namazda Fatiha suresinin sonunda amin'in gizlice söylenmesi gerektiği (s. 153) gibi- bunların toptan "Peygamber efendimizden şüphe götürmeyen bir rivayetle sabit olmuş ve zamanımıza kadar geçen yıllarda bütün ümmetin ittifakı ile kararlaştırılmıştır." şeklinde mutlaklaştırılması (s. 154) da, rivayetler konusunda yeterli araştırmanın yapılmadığının açık bir göstergesidir. Hele Hz. Peygamber'in teravih namazını yirmi rekat olarak kıldıkları iddiası (s. 164) hiçbir delile dayanmayan, dolayısıyla, tarihi gerçeklere aykırı bir iddiadır. Arafat ve Müzdelife dışında, öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarının birleştirilerek kılınmasının caiz olmadığı iddiası da, Hanefi fıkıh kitaplarındaki bir hükmün, doğru olup olmadığı araştırılmaksızın, aynen tekrarlanmasından kaynaklanmaktadır (s. 170). Halbuki araştırıldığında, diğer mezheplerde olduğu gibi, Hanefilerin de gerektiğinde namazları bu şekilde birleştirerek kılmanın mümkün olduğu kolayca görülmektedir.(14) Kişinin uyuyakalmak, unutmak veya dalgınlık dolayısıyla kılamadığı sayılı namazlar dışında, aylar, hatta yıllar boyunca kılmadığı geçmiş namazların kaza edilmesi gerektiği iddiası da (s. 172, vd.) sağlam bir delile dayanmayan, üstelik Hz. Peygamber dönemindeki uygulamaya da ters bir iddiadır. Bilhassa, on dört secde ayetini bir mecliste okuyup, her biri için ayrı ayrı secde yapan, ardından da hepsine birden on dört secde yapan kimsenin, dünya ve ahiret işlerinde, Allah'ın kendisini üzüntü ve kederden koruyacağına dair, kaynağı meçhul bir rivayetten bahsedilmesi ve bu rivayetin güvenilirliğinde hiçbir kuşku yokmuşçasına, herhangi bir araştırma ve incelemeye gerek görülmeksizin okuyucuya sunulması da (s. 193) kanaatimizce son derece yanlıştır. Aynı şekilde, sağlam hiçbir rivayete dayanmayan, "Kandil gecelerinin ve bu gecelerde yapılacak ibadetlerin faziletine" dair görüş ve kanaatler de (s. 196-197) yanlış bir dindarlık anlayışının doğmasına yol açmaktadır. Halbuki klasik dönem ulemasının, bu konudaki rivayetlerin son derece güvenilmez olduğunu ortaya koyan eserlerine(15) vakıf olunsaydı, bu gibi bir yanlışın ortaya çıkmasına fırsat verilmezdi. Benzer şekilde, istihareden sonra rüyada beyaz ve yeşil görülmesinin hayra, siyah ve kırmızı görülmesinin ise şerre işaret olduğu iddiası da (s. 199), 'mushafa bakma'nın bir ibadet olduğu iddiası da (s. 215) dini bir temelden yoksundur. Kaldı ki, Hz. Peygamber'in, kendi döneminde olmayan bir mushafın faziletinden söz etmesi de mümkün olmasa gerektir. Iskat-ı salât denilen uygulamanın da dinde hiçbir temeli olmadığı halde, uzun uzun nasıl yapılacağı anlatılmıştır (s. 227-230). Bir mescidin içi ve arsası mescid olduğu gibi, semaya kadar olan üst tarafının da mescid hükmünde olduğu, onun için mescidlerde yapılması mekruh ve yasak olan şeylerin, bunların üstlerinde de mekruh olduğu iddiası (s. 230), hem temelsiz, hem de mantıksızdır. Aynı şekilde, en faziletli mescid sıralamasında Kabe, Mescid-i Nebevi ve Beytu'I-Makdis'den sonra, sırasıyla en eski mescidlerin, daha sonra da en büyük mescidlerin geldiğine dair ifade de (s. 231) dini temellerden yoksundur. Hele hele recm ve irtidaddan dolayı verilen ölüm cezasının kesin dini temelleri varmışçasına,(16) taşlanarak öldürülenin cenaze namazının kılınıp kılınılmayacağının tartışılması (s. 245) ve mürtedin cenaze namazının kılınmayıp, cesedinin boş bir arazideki çukura gömüleceği iddiası (s. 246) da öncekilerden farksızdır. Bugün de uygulanmakta olan şekliyle "ölülere telkin verme"nin (s. 249) de hiçbir sağlam dini dayanağı yoktur.(17) Ölünün yakınlarının ilk hafta içinde fakirlere sadaka verip, sevabını ölüye bağışlamalarının Sünnet olduğu iddiası da (s. 253) asılsızdır. Ölülere Yasin suresi okunmasının sevap olduğu iddiası da (s. 254) temelsizdir.(18) Suda boğulan, ateşte yanan, enkaz altında kalan, veba, taun, ishal, sıtma ve zatülcenb hastalıklarından birisiyle veya akrep sokması ile ölen, nifas halinde veya gurbet elinde veya ilim yolunda veya Cuma gecesinde ölen kimselerle; sevabını Allah'tan bekleyen müezzinin ve doğru alışveriş yapan Müslüman bir tüccarın, ailesinin geçimini kazanmak için, hak üzere bir çalışma sonunda ölenin 'şehid' sayılacağı iddiası da (s. 257) son derece çürük rivayetlere ve zorlama te'villere dayalı bir iddiadan başka bir şey değildir. Uyku halinde bir şey yiyip içme'nin orucu bozacağı görüşü ise (s. 276) İslam'ın mükellefiyet anlayışıyla uyuşmayan bir görüştür.(19) Benzer bir durum, oruçlunun vücuduna saplanıp kaybolan odun ve demir benzeri bir şeyin, orucu bozacağı iddiası (s. 279) için de söz konusudur. Ramazan orucunu bozanın peşpeşe iki ay (altmış gün) oruç tutması gerektiği görüşü de (s. 282, 290-291) doğruluğu yeterince araştırılmadan verilmiş acele bir hükümdür.(20) "Allah için bir gün oruç tutayım" diyeceği yerde yanılarak "Bir ay oruç tutayım" diyen bir kimsenin, bir ay oruç tutması gerektiği şeklindeki görüşün (s. 306) de, İslam'ın mükellefiyet anlayışıyla bağdaşıp bağdaşmadığı oldukça tartışmalıdır. Kurban sahibinin elinin hayvanı kesenin eli üzerinde olduğu bir durumda, her ikisinin de besmele çekmesi gerektiği, birisinin bile besmeleyi terk etmesi durumunda, hayvanın etinin yenmeyeceği hükmü (s. 392) incelemeden verilmiş acele bir hükümdür; zira yenmesi yasak olan, Allah'tan başkası -mesela putlar- adına kesilen kurbanlardır. Besmele çekilmemesi ise, onun Allah'tan başkası adına kesildiğini göstermez. Kaldı ki, bir başka yerde, besmele çekip çekmediği belli olmayan Ehl-i Kitaptan birinin kestiğini yemenin caiz olduğunu söyleyip de (s. 399), yine besmele çekmeyi terk eden bir Müslümanın kestiğinin yenmeyeceğini söylemenin açık bir çelişki olduğuna da bu vesileyle işaret etmek gerekir. Aynı çelişki, besmelenin kasden terk edilmesi durumunda avın etinin yenmeyeceği, hatta haram olduğu yönündeki hükümde de (s. 401) söz konusudur. Halbuki müellifin de işaret ettiği, besmeleyi şart görmeyen İmam Şafi'i'nin, bugünün şart ve ihtiyaçları bakımından rahatlatıcı olan görüşünün esas alınması daha isabetli olurdu. Yüce Allah'ın kitapları ve peygamberleri yanında, 'velilerinin' de kudsiyet kazandığını söylemenin (s. 410) dini bir temele dayanması şöyle dursun, bu, İslam'a taban tabana zıt inanç ve uygulamalara davetiye çıkarmak anlamına gelecektir. Öte yandan, abdestsiz Kur'an okuyabilmek ve mushafı abdestsiz ele almakla ilgili olarak, bunun caiz olabileceği yönünde de görüşler varken, aksi yöndeki görüşleri esas almak da (s. 411) bugünün şart ve ihtiyaçları yönünden insanların Kur'an ile olan bağlarını zayıflatıcı bir işlev görmektedir. Keza bir suyun temiz olmadığını, fasık veya gayri müslimin haber vermesi halinde, bu bilgiye itibar edilmeyeceğini söyleyip (s. 413), birkaç paragraf sonra, aynı fasık ve gayri müslimin sözlerinin alım-satım ve benzeri muamelelerde geçerli sayılması da (s. 413) açık bir çelişkidir. Kur'an'ın belli bir bağlamda ve belli tarihsel şartları gözeterek, vadeli borçlanmalara ilişkin muamelelerde iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olduğu yolundaki hükmü, herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin, nikah şahitliğine de teşmil edilmiştir (s. 413) ki, bu hükmün bugünün şartlarında geçerli olup olamayacağı hiç düşünülmemiş,(21) muhtemelen bu konuda klasik fıkıh kitaplarının körü körüne taklidiyle yetinilmiştir. Bir doktorun tedavi edeceği bir hanımın herhangi bir organına zaruret miktarı bakabileceği, fakat onun tedavisini bir kadına öğreterek ona yaptırmasının daha uygun olacağı hükmü de (s. 417) bugünün şartlarında pek pratik görünmemektedir. Yeme-içme konusunda, insanın kuvvetlenmek için doyuncaya kadar yiyip içebileceği, bundan fazla yemenin ise haram olduğu hükmü (s. 427) şer'i dayanaktan yoksun, çok da sert bir hükümdür. Yemeğe tuzla başlayıp, tuzla bitirmenin 'Sünnet' olduğu iddiası da (s. 428) tamamen temelsiz bir iddiadır.(22) Aile planlaması ve gebeliği önleyici tedbirler alma konusunda takınılan olumsuz tavır da, konunun iyice incelenmemiş olmasından ve bu uygulamaların mutlaka Müslümanların nüfusunu azaltma gibi olumsuz bir amaca hizmet edeceği varsayımından kaynaklanmaktadır (s. 434). Ölen bir kadının rahminde canlı bir bebek bulunduğu takdirde, bu bebeği kurtarmak için kadının karnını sol taraftan yarmak gerektiği hususu ise (s. 435) ilmihalden ziyade tıbbın karar vereceği bir konu olsa gerektir.

_Aileyle ilgili görevlerden bahsedilirken, kocanın başlıca görevleri arasında, eşiyle güzel geçinmek, onu korumak ve geçimini sağlamaktan dem vurulduğu halde (s. 443) 'eşini sevmek'ten söz edilmemesi, aynı şekilde kadının kocasını sevmesinden bahsedilmemesi, Hz. Peygamber'in Sünnet'inin yeterince incelenememiş olmasından kaynaklanmış olmalıdır. Keza on altı yaşına giren çocuğun, bir manisi olmadığı takdirde evlendirilmeye çalışılması gerektiği görüşü (s. 444), dinle doğrudan ilgisi olmayan, bugün için ise pek de anlamlı olmayan bir açıklama olarak nitelendirilebilir. İtaat başlığı altında, üst amirin dince yasak olmayan emirlerini dinleyip ona itaatten bahsedildiği halde, onların İslam'a aykırı uygulama ve emirleri karşısında gösterilmesi gereken tepkiden söz edilmemesi (s. 453), bugün İslam dünyasında sivil muhalefetin ve eleştirel düşüncenin niçin gelişmediği konusunda bizlere ipucu vermektedir.

_Öte yandan, peygamberler tarihine tahsis edilen bölümde yer alan birtakım bilgilerin de, araştırma mahsulü olmayıp, geçmiş kaynaklardan aynen derlenmiş bilgiler oldukları görülmektedir (Mesela, s. 476, 477, 478, 479, 480, 485, 486, 492, 496, 497, 498, 506). Bu konuda yeterli araştırma yapılmadan, önceki ulemanın kanaatlerinin aynen sürdürüldüğüne dair tipik bir örnek olması bakımından, Hz. İsa'nın (a.s.) göğe yükseltildiği iddiasını burada zikretmek yerinde olur.(23) Yine sahabe tanımı ve sahabenin tamamının mübarek, mukaddes ve her yönden saygıya değer oldukları yönündeki ifadeler (s. 500) de araştırmaya dayalı olmaktan ziyade, geçmişi toptan tezkiye ve takdis eden bir zihniyetin ürünü olarak görülmelidir. Aynı şekilde ay'ın bölünmesi ve Miraç mucizelerine tahsis edilen bölümde verilen bilgiler, konuyla ilgili rivayetlerin çelişki, problem ve zaafları görmezlikten gelinerek, muhtemelen de böyle bir durumun varlığından habersiz bir şekilde sunulmuştur (s. 504-505) ki, konuyla ilgili araştırmaların sonuçları, burada verilen bilgileri doğrulamak şöyle dursun, sıhhatleri konusunda ortada son derece ciddi kuşkuların bulunduğunu göstermektedir.(24)

Erkek Egemen ve Yetişkin Merkezli Dindarlık

_İlmihallerin bilgi kaynaklarının ortaçağ fıkıh literatürü olduğu(25) tekrar hatırlanacak olursa, geçmişte ve günümüzde hakim anlayış olan erkek egemen bakış açısının, fıkha, oradan da ilmihallere yansımasını garipsememek gerekir. Halbuki Kur'an'dan ve Hz. Peygamber'in kadın konusundaki bakış açısını yansıtan bazı rivayetlerden yola çıkılarak, tam tersine, kadın-erkek eşitliğini esas alan bir yaklaşımı da savunmanın mümkün, hatta daha isabetli olacağına dair yapılmış pek çok çağdaş araştırma karşısında, ilmihallerin bu açıdan da gözden geçirilmesi cihetine gidileceği yerde, maalesef bu yönde ciddi bir adım henüz atılmış değildir. Cuma namazının ve teşrik tekbirlerinin kadınlar için gerekli görülmemesi (s. 163), asr-ı saadetteki uygulamalar görmezlikten gelinerek, kadın ve çocukların bayram namazlarına katılmalarının teşvik edilmesi şöyle dursun, bunun tamamen sükutla geçiştirilmesi (s. 164), kadının kocasının niyetine göre mukim ve misafir olacağı (s. 169), kocasının izni olmadan, kadının nafile oruç bile tutamayacağından dem vurulurken, aksi durumda kadının izninin gerekli görülmemesi (s. 261), ancak erkeğin, hasta, oruçlu veya hac ve umre için ihramlı olma durumunda karısını nafile oruç tutmaktan menedemeyeceği (s. 262), Şevval ve Zilhicce hilalleri konusunda iki kadının şahitliğinin bir erkeğinkine denk olabileceği (s. 269-270), asr-ı saadetteki uygulama tam ters yönde olduğu halde, kadınların kendi evlerinde namaz kılmalarının mescidlerde namaz kılmalarından daha hayırlı olduğu (s. 308) kadının itikafının kocasının iznine bağlı olduğu -ki kocasının da itikaf için karısından izin alması gerektiği akla bile getirilmemektedir- (s. 308), Kur'an'da hacca gitmek için, kadın-erkek ayrımı yapılmaksızın, sadece maddi imkan ve yol güvenliği şart koşulduğu halde, kadının -güvenlik tehlikesinin bulunmadığı durumları da kapsayacak şekilde- mutlak olarak mahremsiz yolculuğa çıkamayacağı (s. 353), telbiye getirirken seslerini yükseltmemeleri, remel ve hervele gibi bazı uygulamaları yerine getirememeleri sebebiyle kadınların haclarının -akıl ve dinlerinin eksik olduğu iddiasının bir uzantısı olarak- erkeklere kıyasla 'noksan' olduğu (s. 378), hac yolunda kocası veya mahremi ölen kadının 'muhsar' sayılacağı ve hac yapmayarak ihramdan çıkması gerektiği (s. 381), Müslüman ve Ehl-i Kitaptan olanların "kadın dahi olsalar" (?) kestiklerinin yenebileceği (s. 399), -yine asr-ı saadetteki uygulamaların hilafına olarak- İslam kadınlarının abdest, namaz ve oruç gibi dinle ilgili birtakım meseleleri, ya kocaları ve mahremleri aracılığıyla ya da "kocalarının izni ile" ve "arasıra bir ilim meclisine giderek" öğrenmeye çalışabilecekleri, ama kocalarının rızası olmadıkça bir ilim meclisine katılamayacaklarının ileri sürülmesi(26) (s. 407), ancak kocası bir meseleyi çözemediği veya sorup öğrenmekten çekindiği takdirde, gidip ehlinden sorma hakkının olabileceği (s. 407), yine evlilik konusundaki şahitlikte de iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahit- liğine denk sayılacağı (s. 414), kocanın karısına karşı görevleri arasında "zevcesi ile güzel geçinmek" zikredilirken, kadına kocasının dine uygun 'emirlerini' tutma mükellefiyetinin düşmesi (s. 443-444) gibi hususlar, yukarıda sözü edilen erkek egemen bakış açısının birer yansıması niteliğindedir.

_Öte yandan, çocuk ve gençlerden ziyade yetişkinlerin esas alınması, çocuk ve gençlerin, hele kız çocukların ve genç kızların dışlanması, namaz haricinde çocukların camiye sokulmaması yönündeki telkinler (s. 232) çocuğun dayakla namaza ve oruca alıştırılmasının tavsiye edilmesi (s. 282), şu anda İslam dünyasının -ve de ülkemizin- nüfusunun çok önemli bir kısmını oluşturan genç nesillerin yok sayılmasından başka bir anlama gelebilir mi? İslam dünyasının geleceği kendilerine bağlı olan gençliğin, ilmihallerde tamamen ihmal edilmesinin izahı mümkün olmasa gerektir.

Psikopatolojik Dindarlık

_İlmihallerin belki de en zararlı yönlerinden birisi, psikopatolojik bazı davranışlara yol açabilecek birtakım bilgileri okuyucularına çekinmeden sunabilmiş olmalarıdır. Bu konuda verilebilecek en yaygın ve tehlikeli örnek, temizlikle ilgili vesvese ve obsesyonlara yol açan, gusülle ilgili -hemen her ilmihalde karşılaşılabilecek- şu tür açıklamalardır:

_Vücut yıkanırken iğne ucu kadar bir yerin kuru kalmamasına dikkat edilecek, kulaklar ve göbek oyuğu yıkanacak. Su saçların, sakalların, kaşların ve bıyıkların aralarına ve altlarındaki deriye kadar geçecektir. Bunlar sık olsa bile suyun ulaşması sağlanacaktır. Bunların araları ve dipleri kuru kalırsa, gusül tamamlanmış olmaz. (...) Kapanmış olan küpe deliklerinin içini de yıkamalıdır. İçlerine zorla su geçebilecek olan küpe deliklerini de, içlerine su geçecek bir şekilde el ile ıslatıp yıkamalıdır.(27)

_Bu satırları okuyan birinin vesveseci olmaması mümkün değildir. Nitekim hemen hepimiz özellikle abdest ve gusül konusunda, bu gibi ifadelerden kaynaklanan ve bazen son derece ciddi sonuçları da olabilen obsesyon örneklerini çevremizde bol bol görebiliriz. Yukarıda anlatılanlar bir yandan dini dayanaklardan yoksun iken, öte yandan da bazı rivayetlerin lafızcı bir şekilde anlaşılması gibi bir yanlıştan kaynaklanmaktadır. Bu bilgilerin hiçbirisinin Hz. Peygamber'in hayatında yeri ve karşılığı yoktur. Kaldı ki, Hz. Peygamber dönemindeki kısıtlı su ve banyo imkanları düşünüldüğünde, bu açıklamaların hiç de gerçekçi olmadığı kolaylıkla anlaşılır.

_Bu noktada ilmihallerin dindar insanların psikolojilerini bozmakla mı, yoksa onlara sağlıklı bir ruh hali sağlamakla mı yükümlü olduklarını sormanın zamanının gelip geçtiği kanaatindeyiz.

_Elbette ilmihallerin olumsuz yönleri bunlarla sınırlı değildir. İlmihallerde verilen bilgiler arasındaki çelişki ve tutarsızlıklar,(28) gereksiz ve anlaşılmaz açıklamalar,(29) şekilciliğin tabii bir sonucu olan "kılı kırk yarma" mantığı(30) ve araç niteliğindeki hükümlerin ve hususların, amaçlan gölgede bırakması,(31) mezhepçilik ve ırkçılık sayılabilecek bazı ifadelerin mevcudiyeti(32) gibi hususlar, ilmihallerin hepsinde şu veya bu ölçüde görülen olumsuzluklara dair verilebilecek bazı örneklerdir. Hemen hemen Türkçedeki bütün ilmihallere büyük ölçüde teşmil edilebilecek olan bu gibi tespitleri daha da çoğaltmak her zaman mümkündür. Şimdi bu tespitlerin ışığında, şu nihai soruyu sorma zamanı gelmiştir: Durumu bu olan ilmihaller, okuyucularında nasıl bir dindarlığa yol açabilir?

_Bu soruya verilecek cevap kısa ve nettir: Mevcut ilmihallerin, ‘nasıl’ı bir yana, herhangi bir dindarlık 'geliştirmesi' dahi söz konusu değildir. Zira bu ilmihallerin, derinlik ifade eden 'dindarlık' geliştirmesi şöyle dursun, standart bir Müslüman tipi yetiştirmesi bile mümkün görünmemektedir. Çünkü bu ilmihaller her şeyden önce, hayatın bütün alanlarını kuşatan İslam'ı, "İslam'ın şartı beştir" şeklindeki dar ve yanlış bir anlayışa hapsetmekte, buna bağlı olarak da, hayatın her alanında sergilenmesi gereken ibadet=kulluğu; namaz, abdest, oruç, hac, kurban vb. ibadat-ı mersumeye hasretmektedir. Yine bu yaklaşımın bir uzantısı olarak ilmihaller, derinliksiz, şekilci ve mekanik bir 'formalite Müslümanlığı'na, ister istemez yol açmaktadır. Dinin şekil kadar, hatta ondan da önemli olarak, 'ruh ve öz' olduğu unutulmuş, bu formalite Müslümanlığı, şer’iliği tartışmalı pek çok fıkhi detaylara boğulmak suretiyle ilmihaller, adeta bir 'talimatname'ye dönüştürülmüştür. O kadar ki, Allah'a kulluk görevlerinin bir kısmını teşkil eden, namazı kılmak, orucu tutmak, zekatı vermek, hacca gitmek, kurban kesmek vs. için bir Müslümanın bilmesi gerekenler (?) dört cilt (toplam 1800 sayfa) tutacak kadar teferruata boğulabilmiştir.(33) Tam da bu noktada insanın aklına ister istemez şu soru tekrar gelmektedir: Acaba namaz kılan, oruç tutan, zekat veren, hacca giden, kurban kesen Hz. Peygamber ve ashabı, bu 1800 sayfalık bilginin ne kadarını biliyordu? Kuşkusuz çoğu yorum ve ictihad ürünü olan bu detayların çok büyük bir kısmını bilmiyorlardı, buna rağmen kulluk görevlerini en iyi şekilde yerine getirebiliyorlardı. Hem de bunları sadece formalite olarak değil, gerçek bir dindarlığa ve gerçek bir İslamî bilince dönüştürerek bunu başarıyorlardı.

_Bu noktada ilmihallerin topluma sunduğu, dönemi geçmiş, yanlış, eksik, temelsiz ve hatta bazısı zararlı bilgileri de bir tarafa bırakacak olursak, Müslümanda bireysel, toplumsal ve evrensel boyutlarıyla İslamî bir bilinç doğuracak, derinlikli, özü formalitelere feda etmeyen, insanı özellikle ahlakî alanda olgunlaştırıp dönüştürmeyi amaçlayan, sağlam bilgi temeline dayalı, psikolojik ve pedagojik boyutları ihmal etmeyen, çağın ruhuna hitap edebilecek bir ilmihale – özellikle de geleceğimizin teminatı olan genç nesiller açısından- acilen ve şiddetle ihtiyaç olduğunda en ufak bir şüphe olmadığını belirtmek bir zorunluluktur.

Dipnotlar:

1. TDV İslam Ansiklopedisi "İlmihal" maddesi.

2. Literatür taramasına dayalı bu incelemede, toplumdaki yaygınlık ve etki düzeyleri sebebiyle, Mızraklı İlmihal, Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslam İlmihali, Ahmet Hamdi Akseki'nin İslam Dini, DİB'ğının ilmihali ile TDV'nın ilmihali esas alınmış, örnekler ise Bilmen'den verilmiştir. Ancak, bu örneklerin hemen tamamının bütün ilmihallerde şu veya bu ölçüde tekrarlandığını da burada vurgulayalım.

3. "İslam'ın şartı beştir" anlayışınınn geniş eleştirisi için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, "Bir Hadis ve Yorumu: İslam'ın Şartları", Diyanet Gazetesi (Ocak, 1989),sayı: 359, s. 3 ve 27.

4. Yusuf Ziya Yörükan, Müslümanlık ve Kur’an-ı Kerim’den Ayetlerle İslam Esasları, Ankara 2002, s. 65-66.

5. Nitekim İbn Manzur (Ö. 711/1311) da el-ibadetu: et-ta'atu demek suretiyle bu hususa işaret etmektedir. Bkz. Lisanu'l -'arab, Beyrut t.y., III. 272.

6. Hakkı itiraf etmek gerekirse, bu bakımdan Ahmet Hamdi Akseki'nin Müslümana Büyük İlmihal adlı eserinin (İstanbul 1971) mevcut i1mihaller içerisinde en iyi durumda olduğunu da belirtmeden geçmemek gerekir .

7. Böyle bir mukayese için konuyla ilgili en geniş eserlerden olması itibarıyla İmam Gazali'nin (ö. 505/1111) İhya’u 'ulümi'd-din adlı eserinin tamamına, keza Şah Veliyullah ed-Dehlevi'nin Huccetu’llahi'l-baliğa'sına ve Ali Şeriati'nin Hac adlı eseri ile Garaudy'nin İslam ve İnsanlığın Geleceği, İslam'ın Vaat Ettikleri, Yaşayan İslam gibi eserlerinde yer yer yaptığı konuyla ilgili yorumlara başvurulabilir.

8. Mamafih burada. yine Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslam İlmihali'nde (İstanbul 1995) tespit ettiğimiz bazı örneklerin yerlerine işaret etmeden de geçmeyelim: Bkz. s. 121-122, 123, 129, 130, 131, 132, 136, 145-147, 157, 162, 189, 216, 222, 223,224, 225, 228, 232, 237, 244, 246, 279, 294, 295, 296, 298, 299, 300, 318, 336, 362, 365, 366, 396, 402, 403, 412, 429, 433.

9. Bkz. Ö. N. Bilmen, age., s. 108, 155, 169, 290, 292, 298, 340, 344,424.

10. Bu yaklaşımın eleştirisi için bkz.M. Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet-Eleştirel Bir Yaklaşım-. Ankara Okulu. Ankara 1999. s. 97-98.

11. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Nihat Koçak, Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslam İlmihalindeki Hadislerin Tahrici (basılmamış lisans tezi), AÜİF, Ankara 1989.

12. Miraç rivayetlerinin fevkalade problemli durumunu görmek için bkz. Ahmet Molu, Miraç Hadislerinin Hadis Bilimi Açısından Değerlendirilmesi (yayımlanmamış yüksek lisans tezi, AÜİF, Ankara 2001.

13. Bu konudaki rivayetlerin isnad ve metin açısından arz ettiği problemlerle ilgili olarak bkz. Mustafa Ertürk, "Çocuğun Dini Eğitiminde Kullanılan Bir Hadis ve Tahlili", Marife, II (Konya, 2002), sayı: 2, s. 53-79.

14. Bu konuda geniş bilgi için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, Namazların Birleştirilmesi, İlahiyat Yayınları, Ankara 2002.

15. Bkz. Ebû Şame el-Makdisi, el-Ba’is 'ala inkari’l-bida’i ve'l-havadls, Kahire, t.y.; ayrıca bkz. Salih Özer, Hadis Literatüründe Mübarek Zaman/Kutsal An Mefhumu ve Kandiller Örneğinin Tetkiki (yayımlanmamış yüksek lisans tezi), AÜİF, Ankara 1995.

16. Kur'an'da yer almayan ve sadece hadis rivayetlerine dayandırılan recm cezasıyla, mürted için öngörülen ölüm cezasına dair rivayetlerin isnad ve metin açısından arz ettikleri problemler konusunda bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, "İslam'a Yamanan Sanal Şiddet: Recm ve İrtidat Meselesi", İslamiyat V (2002), sayı: 1, s. 125-132.

17. Bu konuda bkz. Muhammed Ahmed Abdusselam, Kur'an Niçin İndlrlldi?, Fecr Yayınları, Ankara 1989, s. 55-56.

18. Bkz. age., s. 54-55.

19. Bu konuda bkz. Mehmed S.Hatiboğlu, "İslam Mükellefiyet Anlayışı ve Buna Aykırı Bir Maliki- Hanefi Kıyası", AÜİFD, XXI (1976) s. 185-197.

20. Oruçlu iken cinsi münasebette bulunmak veya yiyip içmek suretiyle olsun, kasden orucunu bozanların iki ay sürekli kefaret orucu tutması gerektiğine dair yaygın hükmün yanlışlığına dair geniş bilgi için bkz. Musa Carullah Bigiyef, Kitabu's-Sunne, Ankara Okulu, Ankara 2000, s. 115-117, dipnot, 87 (Yazara ait, Uzun Günlerde Oruç, çev. Yusuf Ura1giray, Ankara 1975, s. 213-217’den naklen)

21. Kadının şahitliği meselesindeki değerlendirmeler ve yeni yaklaşımlar konusunda geniş bilgi için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, "Kadın Konusunda Kur'an'a Yöneltilen Başlıca Eleştiriler", İslami Araştırmalar (Kadın Özel Sayısı), V (1991), sayı: 4, s. 276-277; Hayreddin Karaman, "Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi", agd. s. 287; Ali Bulaç, "Mekasidu'şŞeria Bağlamında Kadının Şahidiği Konusu", agd. s. 297, vd. İlhami Güler, "Kur'an'da Kadın-Erkek Eşitsizliğinin Temelleri", agd. s. 315-316. Süleyman Ateş, "İslam'ın Kadına Getirdiği Haklar", agd., s. 324. Hüseyin Hatemi, "Modern Mahrem ve İslam'ın Kadına Bakışı", agd., s. 331.

22. Bu iddianın dayanaklarını oluşturan hadis rivayetlerinin uydurma olduğu konusunda bkz. M.Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet -Eleştirel Bir Yaklaşım-, s. 46.

23. Kökleri asırlar öncesine giden bu kadim telakkinin dayanakları ve eleştirisi için bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, "Hz. İsa'yı Gökten İndiren Hadislerin Tenkidi", İslamiyat III (2000), sayı: 4, s. 147-168; Mehmet Ünal, "Tefsir Kaynaklarına Göre Hz. İsa'nın Ölümü, Ref'i ve Nüzulü", agd. s. 133-146.

24. Miraç rivayetleriyle ilgili olarak bkz. dipnot, 12; ayın yarılmasıyla ilgili olarak da bkz. M. Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis Metodolojisi, Kitabiyat Yayınları, Ankara 2002, s. 341-343.

25. Mesela, Bilmen'in ilmihalinde zikredilen kaynaklar şunlardır: Kur'an-ı Kerim, Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Cami'u's-Sağir, Kirabu't-Terğib ve't-Terhib, Şema'il-i Tirmizi, Şifa-i Şerif, Mevahib- i Ledünniye, Akaid-i Nesefiye, Şerh-i Mekasıd, Şerh-i Mevakıf, Mebsut-ı Serahsi, eI-Bedayi, elHidaye, el-Bahru'r-Ra'ik, erDürer ve'l-Gurer, Mülteka, Halebi, Merakı'l-Felah, Haşiye-i Tahtavi, . ed-Dürrü'l-Muhtar, Reddü'l-Muhtar, Mecmu'a-i İbn Abidin, Feteva-yı Hindiyye, Feyziyye, Behçe, Netice, Ali Efendi, Abdurrahim Fetvaları ve Mecmu'a-i Cedide, Muhtasar-ı Ebi'z-Ziya, Şerh-i Ebi'l-Berekat, Haşiye-i Düsüki, Kitabu'l-Ümm, Tuhfetü'l-Muhtaç, Neylü'l-Mera'ib, Keşşafü'l-Kına, Kirabu'l-Muhalla, Bidayetü'l-Müctehid, Nihayetu'l-Muktasit [Bu son isim aynı bir eser değil, Bidayetu'l-Muctehid'in isminin devamıdır.], el-Mizanu'l-Kübra, İhya'u'l-Ulüm, Tarikat-ı Muhammediye, Şerh-i Şir'atü'l-İslam, Siyer-i İbn Hişam, Tarih-i İbn Esir, Siyer-i Halebi.

26. Bu satırlar adeta İncil'deki şu ifadelerin bir yansıması gibidir: "Mukaddeslerin bütün kiliselerinde olduğu gibi, kiliselerde kadınlar sükut etsinler; çünkü onlara söylemek için izin yoktur; ancak şeriatın da dediği gibi, tabi olsunlar. Eğer bir şey öğrenmek isterlerse, evde kendi kocalarına sorsunlar, çünkü kadıya kilisede söylemek ayıptır" (Korintoslulara I.Mektup, 14: 34-35). Bu anlayışın eleştirisi ve İslam'da yeri olmadığı konusunda bkz. Rıza Tahiri, "İslam'da Genel Haklar ve Masuniyetler", Yeni Ümit (Ocak-Mart, 2002), sayı: 55, s. 40.

27. Bilmen, age., s. 92-93, no: 186, 187. Hemen hemen aynı ifadeler Diyanet İlmihali’nde (Ankara 1999), s. 108-109'da mevcut olup, ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı bu sağlıksız anlayışı Diyanet Takvimi aracılığıyla (bkz. 08.01.2003 tarihli takvim yaprağı) geniş halk kitlelerine yaymaya çalışmaktadır.

28. Bu konuda bkz. Bilmen, age., s. 118/76; 121/103; 124/122-123; 153-154/5, 6, 7; 167/253; 168/256; 188/363; 196/5, 7, 8; 217/13; 222-223/5; 225/23; 238/534; 273/71 (namaza kıyasla); 341/99 (Burada zekat ve sadakaların insanların yıkantısı [kiri] sayıldığı, dolayısıyla Haşimoğullarının şeref ve kıymetine yakışmayacağı ifade edilirken, bunların sıradan Müslümanların şeref ve kıymetine yakıştığı, dolayısıyla sıradan Müslümanların şeref ve kıymetlerinin pek de önemli olmadığı sonucu çıkmaz mı?); 363/43-1 (Haccı helal mal ile yapmak haccın sadece bir edebi mi, yoksa önemli bir Şartı mıdır?); 372/4; 375/78 413/48-51; 425/109 (Burada verilen bilgilerle, at ve eşek etinin haram olduğu hükmü arasında bir çelişki doğmaktadır.); 430/146; 473 (Dinin kolaylık olduğuna dair burada yer alan açıklamalar, bizatihi bu ilmihaldeki zorlaştırıcı ve kılı kırk yancı hükümlerle bir arada değerlendirildiğinde, ortaya açık bir çelişki çıkmaktadır.)

29. Bkz. age., s. 134 (Türkçe ezanla ilgili açıklamalar); 164/232, 235; 165/241; 176/299; 190/377; 195/403-2; 196/5; 218/30; 227/480; 239/543 (Hunsa-i miişkil'in cenazesinin yıkanmayacağına dair); 315/9-1 (Mürtedin irtidad öncesi zekat borçlarının düşeceği hakkında); 316/3; 319/13 (Bugün söz konusu olmayan zekat memurları hakkında); 375/75; 395/40; 396/47 (Saksağan, kumru, bülbül ve keklik eti yiyenin belaya tutulacağına inanıldığı için yenmelerinin iyi olmadığı hakkında); 398/56 ("Deniz insanı"nın (?) yenmesinin helal olmadığı hakkında); 401/75; 423/102; 427/122-123; 430/142-144; 431/148 vd. 434/165; 465/63 (Taassubu olumlar görünen açıklamalar hakkında).

30. Mesela bkz. Bilmen, age., s. 190/375-379; 205/406 ve pek çok yerde.

31. Mesela bkz. Bilmen, age., s. 114/58 (Namaz vakitlerinden bir-ikisi bulunmayınca, o vakit namazlarının ora halkına farz olmayacağı); 271-272/67 (Ramazan hilalinin hesapla tespitinin caiz olmadığı hakkında); 336/77-2, 3 (Kireç, alçı taşı, yakut, elmas, firuze, su, tuz, zift, neft (petrol) gibi maddelerden humus alınmayacağı hakkında).

32. Mesela bkz. Bilmen, age., s. 217/10 ve pek çok yerde; 496/78-79 (Hz. Peygamber'in 'nesebinin', 'mübarek' ve 'yüksek'liği); 527/179 (Kureyş'in asalet ve şerefi).

33. Burada kastettiğimiz eser, Vecdi Akyüze ait Mukayeseli İbadetler İlmihali (İslam Fıkhında İbadetler) adlı, İz yayıncılık tarafından yayımlanan (İstanbul 1995) ve Yeni Şafak gazetesi tarafından promosyon olarak dağıtılan eserdir.

34. Aslında böyle bir ilmihâl yazmanın son derece yararlı olacağını düşünmekle birlikte, bunu, hadis/Sünnet alanındaki problemlerin çözümüne yönelik projemizin tamamlanmasından sonraki bir tarihe tehir ediyorduk. Ancak toplumdan gelen yoğun talepler karşısında, böyle bir ilmihâl yazma işinin daha fazla tehir edilmemesi gerektiği anlaşılmaktadır. Cenab-ı Hak’tan bizi bu konuda başarılı kılmasını niyaz ederiz.

2 Ocak 2009 Cuma

Kültürel Mirasımızı Tenkid Zarureti- M.Said HATİBOĞLU

_Muhakkak ki her müslüman alim kendi iktidarı nisbetinde İslam kültürüne ihlasla hizmet etmiş, kendi fikirlerini hiçbir zaman mutlak hakikatler olarak görmemiş, her zaman tenkide açık olduğunu ifade etmiştir.

Ne var ki, ileriki asırlarda onları hatasız imamlar olarak gören ve tenkid dışı bırakan mezheb salikleri bu hataların asırlarca kitablarda yaşamasına sebeb olmuşlardır.

_Bilindiği üzere İslam, dünyevi bir dindir. Yani insanın ebedi ahiret hayatını, geçici dünya hayatında hazırlatan ve dolayısıyla dünyevi hayatın her yanını müslümanın ilgi alanına koyan bir dindir. Her müslüman, kudreti nisbetinde bu ilgiyi göstermek durumundadır. İmam-ı azam’a nisbet edilen fıkıh tarifi, bu söylediğimizin en veciz ifadesidir: “Fıkıh, bir kimsenin kendisine neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu bilmesidir.” Bu lehte ve aleyhte olanı bilme prensibidir ki, Kitab ve Sünnet’i açıklama ve yeni ihtiyaçları bu iki kaynak ışığında karşılama yolunda ömür tüketmiş alimleri, dünyevi hayatın her sahasiyle meşgul olmaya sevketmiş bulunmaktadır. Herhangi bir fıkıh kitabının indeksine bakmak, bu gerçeği anlamaya yeterlidir. İslam kültürünü anlatmak için tutulan bu yol son derece doğrudur, ama bu nevi eserlerde söylenenleri toptan doğru kabul etmek herhalde pek mümkün olmasa gerektir.

_İmam’ı Azam Ebu Hanife’nin başta gelen talebelerinden İmam-ı Muhammed Şeybani (132-189/ 749-805) devletler hukuku sahasında dünyada yazılmış ilk eser olarak görülen meşhur Siyer-i Kebir’inin(111 rakamlı) haberinde şu hadiseyi nakletmektedir:

Sahabi Ebu Cuhayfe Vehb İbn Abdillah, Mekke’nin fethi günü(20haziran 8/ 11ocak 630) , kırmızı bir çadırda kalan hz. Peygamber’i görmüştür. Müezzin Bilal-i Habeşi hz. Peygamber abdest alsın için içeriye bir kab su götürüyor. Bir müddet sonra dışarı çıkıp, hz. Peygamber’in kullandığı suyu dışarıya serpiveriyor. O sırada orada bulunan birkaç kişi koşuşup, toprağa kavuşmakta olan suyla ellerini ıslatmış ve teberrüken temessuhde bulunmuşlar, yetişemeyenler ise, eli ıslak olan arkadaşlarının ellerine sürünüp bereketten nasiplenmeye çalışmışlardır.

İmam Şeybani’nin bu nakliyla kalınsa iyi. Fakat öyle olmuyor.

Bu rivayetin akabinde şarihimiz Şemsu’l-Eimme Serahsi’nin(400-483/1009-1090) verdiği bilgiye göre:

İmam-ı Muhammed bu hadiseyi, kullanılmış suyun temiz olduğuna, yani bir şeyi temizlemek için kullanılmış suyun kirlenmeyip temiz kalacağına delil saymışır. Çünkü sahabe kullanılmış böyle bir su ile teberrük etmişlerdir. Necis(pis) olanla teberrük edilemeyeceğine göre, demek ki böyle su temizdir. Nitekim bu su pis olsaydı, onların yaptıkları bu hareketi hz. Peygamber ikazda bulunur, tasvib etmezdi.

Ebu Hanife ise, bu izahı benimsemeyip şöyle demektedir:

Sahabenin bu davranışının hz. Peygamberce malum olduğunu bilmiyoruz. Şayet O'na ulaşsa ve o da bunu inkar etmemiş olsa o zaman bu davranışı huccet, delil saymak doğru olur.

İmam-ı Muhammed’in delil olarak kullandığı bu rivayeti Buhari, Muslim ve diğer muhaddisler de kendi kitablarına almışlardır.

Ebu Cuhayfe isimli sahabi, hz. Peygamber’i son senelerinde küçük yaşta görmüş, daha sonra hz. Ali’nin hilafetinde Nehrevan’a katılmış (38/658), onun Küfe beytu’l-mali’ne bakmış, oraya yerleşmiş küçük sahabilerdendir. Muhakkak ki bu sahabinin küçük yaşta müşahade ettiği mezkur hadisenin psikolojik bir sevgi gösterisinden öte bir değeri olamaz. Anlattığı sahne gerçekten yaşanmış ise, biz, bazı sahabilerin hz. Peygamber’e besledikleri engin sevgi, onlara, Peygamber’in dokunduğu, kullandığı herşeyi mübarek gösterecek dereceyi bulmuştur ve böyle bir tezahürü İslami saymanın da alemi yoktur, der geçeriz. Ne var ki bizler gibi düşünmeyen bir fıkıh allemesi, görüldüğü üzere böylesine gayr-ı ilmi bir davranışı kendi temizlik ölçüsüne mesned kılabilmiş ve taraftar bulabilmiştir.

_Garbın hafızı 5/11. asrın müceddidi sayılmış endülüslü bir allememizin, İbn Hazm’ın(ö. 456/1064), bundan bin sene kadar önce verdiği bir temizlik kararı karşısında irkilmeyecek bir müslüman tasavvur edemiyoruz:

Hz. Peygamber’den mervi bir hadisde: “birinizin kabını şayet köpek yalarsa veya kabtan bir şey yer içerse, [kabı temizleyebilmek için] o kimse, kabın içindekileri döksün, sonra da yedi defa yıkasın” denilmekte, bir başka rivayette, yıkamanın yanı sıra toprakla da silinmesi tavsiye edilmektedir. Devrin şartları içinde gayet isabetli olan bu tavsiyeyi ibn hazm da kabul ediyor, ama zahiriyyeciliğin icabı olarak bakınız şu müdhiş(!) ictihadda bulunuyor:

Köpek yalamış kabın temizlenmesinde kullanılan bu su temizdir(içilmesi) helaldir. çünkü, ondan sakınılmasına dair bir nas[kitab veya sünnet emri] yoktur. Şeriat, ancak hz. Peygamber’in bildirdikleridir. [köpek pisliğini gidermiş bu] Suyun içilmesi helaldir, temizdir. Böyle su, ancak hz. Peygamber’in emriyle haram kılınabilir[böyle bir emir de yoktur].(Muhalla, I, r. 127)

Bugün bir çocuğun bile komik bulacağı şu ictihadın sahibi allememizin şeriat anlayışı şayet hakim olsaydı, herhalde şimdiye kadar müslüman nüfusundan eser kalmazdı, diyebiliriz.

_Daha, yakınlarda 8 cildlik hacimde eseri 10 cild halinde Türkçe'ye İslam Fıkıh Ansiklopedisi ismiyle çevrilen, günümüz İslam dünyasının meşhur alimlerinden Ezher menşeli bir profesör buyurmaktadır ki, hz. Peygamber’in kan, irin, kusmuk, dışkı, sidik… artıkları tahir, yani temizdir(!)(I/109, not 2). bu İslam dışı hükme karşı ne yazık ki çevirenlerden de bir ses duyulmamıştır. Anlaşılan, peygamber aşkına düşülen bu nevi dalaletlerin rivayetini engelleyebilmek için epeyce ilmi mesaiye ihtiyaç olacaktır.

Temizlik imkanlarının pek kısıtlı olduğu devir ve coğrafya insanlarının koyabildikleri, bugün ideal çözümlermiş gibi kaideleştirmenin insan sağlığına vereceği zararları, geçmiş fıkıh alimlerinin üzerine yıkmakla da mesele çözümlenmiş olamaz.

_Mehmed Said Hatiboğlu’nun, İslamiyat Dergisi'nin ilk cildinin ikinci sayısında bulunan “Kültürel Mirasımızı Tenkid Zarureti” isimli makalesinden alıntıdır.

1 Ekim 2008 Çarşamba

Kur’an’a Göre Tövbe ya da Bilinci Yenilemenin İmkanı- Hüseyin ATAY

Kur’an’ın tövbe nazariyesi, ferdi, toplumu ve devleti kapsamaktadır. Suçun ve günahın gizli kalmasını tavsiye ederek, ferdin onurunu korur, onu kendi vicdanında mahkum eder. İnsanın vicdan azabı çekmesini önlemek için de onu kendi vicdanında, kimseye söylemeden tövbe etmeye sevkeder. Kur’an’ın insanoğluna getirdiği bu onurlandırıcı, huzura kavuşturucu imkanın kıymetinin bilinmesi gerekir. Kur’an’ın en güzel uygulaması, insanın atasının günahlarından sorumlu olmadığını bildirmesi ve günahın ferdin kendisine ait olduğunu ortaya koymasıdır. Bunun için ilk insan Adem ve Havva’nın, hatalarından tövbe ederek affa uğradıkları özellikle anlatılmaktadır. Affa uğrayan bir günahın izinin, etkisinin silindiği, ortadan kalktığı kabul edildiği için, ferdin artık o günahla suçlanmasının imkansızlığı belirtilmiş olmaktadır. Kişi kendi işiyle meşgul olacak, geçmişi ile uğraşmayacak, hep ileriye dönük olacaktır.

Adem, Rabbinden birtakım öğütler aldı, tövbe etti; Allah da onun tövbesini kabul etti.[1]

Adem, Rabbine başkaldırdı ve yolunu şaşırdı. Rabbi de onu seçip aldı ve tövbesini kabul edip, onu doğru yola koydu.[2]

Adem ile Havva: “Rabbimiz, kendimize yazık ettik. Bizi bağışlamaz, bize acımazsan, şüphesiz kaybedenlerden oluruz.” dediler.[3]

Allah onları affettiğine göre, artık günahlarının çocuklarına geçme gerekçesi kalmamıştır.

Tövbe, Allah ile bir diyalog, karşı karşıya ve aracısız bir konuşmadır.

Bu noktada, tövbe ilkesinin pratik değerini açıklığa kavuşturacak bazı anektodlara yer vermek istiyorum: Türkiye’de 1960 ihtilalinde ihtilalciler, bir anayasa yaptırmak amacıyla anayasa profesörlerini toplamışlardı. Bu profesörler arasına Ord. Prof. Ali Fuat Başgil alınmamıştı. Oysa, kimi onun arkadaşı, kimi de öğrencisi idi. Onun dışarıda bırakılmasına sebep ise, aleyhine ileri geri konuşulmuş olmasıydı. Sivil hayata geçtikten sonra, aleyhine konuşanların, “Hoca bizi neden affetmiyor?” diye söylenmeye başlamaları üzerine Başgil, onlara gazetede şöyle cevap vermişti.: “Hata yaptıklarını itiraf edip, tövbe etmiyorlar ki, neden affedeyim?” Demek ki, affa uğrayacak bir hata işlediklerini itiraf ederlerse, affa konu olacak bir durum ortaya çıkacaktı. İtiraf etmedikçe affa gerek yoktu. Çünkü affa konu olan bir şey yoktu. Suçun, yanlışın tespiti önemli, af kolay. Bu, suç işlemeyi önleyecektir.

Amerika Birleşik Devletleri yüksek mahkemesi, başkan Nixon’u mahkum etti, suçluluğunu tespit etti, sonra yeni başkan onu affetti. Suçu da, bizde hergün işlenen, en basit kabahatler değerinde idi ki, bizde polise bile intikal etmezdi. Ne yazık ki, bizde bu kural işlemiyor. İster ast, ister üst olsun, çoğunlukla bir yolu yordamı bulunuyor ve suç örtbas ediliyor.

Benim de görüşüm odur ki, suç tespit edilsin, sonra gerekirse suçlu cezalandırılsın, gerekirse affa uğrasın. Öyle olursa aynı suçu işleyecek kişi sayısı çok az olacaktır. Suç tespit edilmediği takdirde, o suçu işleyenler azalmayacak, çoğalacaktır. Nitekim öyle olmaktadır. Suç, suç olarak mutlaka tescil edilmelidir. Toplumu ve görevlileri ıslah etmenin temel kuralı, ilkesi budur.

Bizde genellikle iktidarda olan parti muhalefette iken vadettiklerinin tam tersini yaparken, eskinin iktidarı, şimdinin muhalefeti olan partileri tenkit eder. Bunda haklı olabilmesi için önce kendisinin hata yaptığını itiraf etmesi gerekir. Tutarlı bir tenkit yapabilmesi, önce kendisinin tövbe ettiğini ortaya koyması ve ondan sonra muhaliflerini, yaptıkları yanlışlar hususunda uyarması, vazgeçirmeye çalışması durumunda söz konusu olabilir ki, bu tutum islamidir. Muhaliflerin de iktidar partilerine şöyle demeleri gerekir: “Biz yaptığımız hatalardan pişman olduk, tövbe ediyoruz. Siz de şimdi bu hataları tekrarlayarak işi büsbütün karıştırmayın.” Fakat her iki taraf da tövbe etmeyi bilmiyor. Çelişki, takiyye, çifte standart ve nifak içinde olduklarını görmedikleri ve ya itiraf etmedikleri için de, memleketi harabeye çevirmeye devam ediyorlar. Üstelik, bu maharetlerini başarı olarak ilan etmekten de geri kalmıyorlar.

İşte tövbenin en önemli yönü, insanı mantıksızlıktan, çelişkiden, nifaktan kurtarıp, dürüstlüğü, tutarlılığı ve dolayısıyla insanın onurunu, kişiliğini korumayı hedef almasıdır. Türkiye’de partiler konum değiştirince, fikirleri, sözleri, davranışları da yer değiştirmekte. Demek oluyor ki, fikirler insanlara, şahıslara ait değil, bulunulan yere, makama ait. Acıklı değil mi? Çıkarların değişmesi fikirleri de değiştiriyor. Bu, bütün insanlığın, devletlerin, milletlerin, toplumların hastalığı ve şikayet kaynağıdır.

İslam kültüründe bir deyim vardır: “Şerefu’l-mekan bi’l-mekin: Bir yerin şerefi orada bulunanlardan kaynaklanır.” Bir toplumda şeref ve onur mekanda ve makamda aranırsa, şeref ve onur yerle bir olmuş demektir. Aynı makama gelen aynı fikrin sahibi olur, oraya kendi fikrini götüremez; onun için vatandaş iktidara da, muhalefete de güvenemiyor. Çünkü iktidara gelen, makamının gerektirdiğini yapıyor; inansa da inanmasa da… Vatandaş fert olarak büyük bir sorumluluğu olduğunun farkında olsa ve o sorumluluğa göre davransa bu kişilere fırsat vermemiş olur.

Bir yerin şerefinin, orada bulunana ait olması, herhalde Ebu Bekir’in halifeliğinin tayini ile eş anılmaktadır. Ebu Bekir, ümmetin en şereflisi olarak bilindiği için halifeliğe layık görülmüştü. Kural bence doğru, ama bizdeki uygulama yanlıştır. Devlet yönetimindeki makamlar, akademik ünvanlar insanlara şeref vermez. Buralara atanan kişiler oturdukları koltuktan şeref almazlar. Şerefi, onuru oraya kendileri götürürler. Makamlarından sadece yetki alırlar. Yetki ve şerefi birbirine karıştırmamak gerekir. Bir kimse eğer oturduğu koltuktan şeref alıyorsa, oradan ayrılınca şerefsiz olacaktır! Şeref şahsa, öze aittir. Kişi nereye giderse gitsin şerefi ile gider. Görevden ayrılmakla sadece yetkilerinden ayrılır.

İşte bütün bu anlattıklarımızın anlamı şudur ki; makamından şeref alacak kişi yerine, makamına şeref verecek kişiye görev verilmelidir ki, memleketimiz, milletimiz dünya milletleri içindeki şerefli yerini alabilsin, korusun.

Bu son sözlediklerimizin tövbeyle ilintisini kurarak yazımıza son vereceğiz: yapılan yanlıştan vazgeçmek, tövbe etmekle; bu ise onları farketmek ve değerlendirmek ile mümkündür. Tövbenin temel özelliği, eski yanlışa dönmeme, onu tekrarlamama, hatta tekrarlamayı düşünmeme bilincidir. Düşünmeyen ve çalışmayan beyin ise bunu gerçekleştiremez. İşte tövbe, en iyiyi, en doğruyu ve en güzeli yakalama çabasına yönelmektir; temize çıkma işlemidir; bilincin yenilenmesidir. İnsana bunu yapma gücü ve emeli verilmiştir. Ne mutlu kullanana…

Hüseyin Atay’ın, İslamiyat Dergisi’nin temmuz-eylül 1998(cilt:1; sayı:3) sayısında “Kur’an’a göre tövbe ya da bilinci yenilemenin imkanı” adıyla yayınlanmış olan makalesinin sonuç kısmıdır.

[1]2. bakara/37

[2]20. taha/121-122

[3]7. araf/23

Bir makaleyi aktarmamız, o makale içerisinde geçen her görüşe katıldığımız anlamına gelmez, yazıların ilmi sorumluluğu yazarlarına aittir; burada bizim amacımız konu bazında genel kitleye hitap edebileceğini düşündüğümüz makalelere bu blog bünyesinde yer vermektir. Bu blog İslamiyat Dergisi'nin tüm yayın haklarına saygılı olup, yaptığımız alıntılar ticari amaçlı değil, tanıtım ve bilgilendirme amaçlıdır.

21 Ağustos 2008 Perşembe